Aysel git başımdan ben sana göre değilim Ölümüm birden olacak seziyorum. Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim Aysel git başımdan istemiyorum.
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün Dağıtır gecelerim sarışınlığını Uykularımı uyusan nasıl korkarsın, hiçbir dakikamı yaşayamazsın. Aysel git başımdan ben sana göre değilim. Benim için kirletme aydınlığını, hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün, gözlerim hızlandırır tenhalığını Yanlış şehirlere götürür trenlerim. Ya ölmek ustalığını kazanırsın, ya korku biriktirmek yetisini. Acılarım iyice bol gelir sana, sevincim bir türlü tutmaz sevincini. Aysel git başımdan ben sana göre değilim. Ümitsizliğimi olsun anlasana hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Sevindiğim anda sen üzülürsün. Sonbahar uğultusu duymamışsın ki içinden bir gemi kalkıp gitmemiş, uzak yalnızlık limanlarına. Aykırı bir yolcuyum dünya geniş, Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki. Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş. Sakın başka bir şey getirme aklına. Aysel git başımdan ben sana göre değilim, ölümüm birden olacak seziyorum, hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim. Aysel git başımdan seni seviyorum…
Hiç boşuna dilinizdeki tüyü bitirmeyiniz, kalbim çorak bir arsadan ibarettir. Katıdır her şeyden önce, sulak topraklarımı güneş çatlatıp kurutmuştur.
Yalnız bilmenizi isterim ki çakıl taşlarıyla kaplı olan gönlüm şırıl şırıl suların aktığı vahalara özenti duymaz. Kendi kendine yeten kuru otlarım arada ister yumuşak bir dokunuşun hafifliğini.
Yakıcı meltemler estiğinde yalnızlığıma sirayet eden sol cenahım, bilir ki kalabalıkların insan kalbini avutmaya yetmediğini.
İnsan değil mi ki ana kuzusudur, elbet arar ona aynı şefkati sunacak sıcak bir dili, merhametli kolları.
Efendim şımarıklığımı mazur görünüz, toyluğumdan bu yana hasret kaldıklarımdan çekinirim. Ruh ne isterse, neye büyük bir istek duyarsa kavuştuğu anda sıkılır hülyasından.
Dönemler değiştikçe insan nefsi de dallanır budaklanır ve ehli bir el tarafından budanır. Benim cılız dallarım vaktinden önce kesildiğindendir belki de bu küskünlüğüm.
Sözlerimi sakın ha yanlış anlamayınız.
Tabiata, gökteki beyaz bulutlara hiçbir insan evladı arkasını dönemez. Benim kırgınlığım Yaradan’a değildir, çiğ süt emdiğini inkar eden mahlukatadır. Ne olursa olsun her canlı aslına inkara kalkışmamalı, ben buyum derken asıl olan karakterini süse püse boğmamalı.
Aklımda cereyan eden sorunsallarım bu denli aksak ve rutubetliyken, bana aşktan nasıl söz edersiniz efendim?
Dünya da sevilmeye denk, ruha esenlik veren, gözlerde tükenen feri yeniden yakacak bir kalp ehli bulmak mümkün mü?
İkinci Yeni akımı, 1940 öncesi toplumcu gerçekçi kuşağı ve Garipçilere tepki olarak doğmuş bir akımdır. İkinci Yeni akımı Halk şiirine sırt çeviren, anlamca kapalılık ve somutlara karşı soyutlamayı getirerek şiire farklı bir anlam katmayı hedefler.
Bu akımda yalnızlık duygusu, yenilmiş ve bezmiş ruh hali ve derin boşluk hissi en çok kullanılan temalardır. Kapalı ve kilitli bir dil tarzını benimseyen İkinci yeni akımcıları, 2. Dünya savaşının neden olduğu yoksulluğa, siyasi dayatmalardan bulanan aydınların yeni kaçış yolu olarak ortaya çıkmıştır.
Türk edebiyatında İkinci Yeni Akımı temsilcileri;
Edip Cansever
Ülkü Tamer
Cemal Süreya
İlhan Berk
Turgut Uyar
Sezai Karakoç
Ece Ayhan
Türk edebiyatına yeni bir renk kazandıran İkinci Yeniler anlam bütünlüğü şiir için yeterli değildir inancını savunmuşlardır. Bu sebepten şiirlerinde konu ve olay gibi olgular yer almaz. Şiiri ahenk ve ölçü değil musiki ve anlatımdaki zenginlik süsleyip güzelleştirmektedir.
İkinci Yeni akımının şairlerinden en özel şiirleri sizler için bir araya getirdik, dizeleriyle büyüleyen satırlarda duygularınız depreşecek…
Beni Öp Sonra Doğur Beni
Şimdi,
Utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında.
Ovadan Gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan,
Çeviriyor o küçücük güneşimizi.
Taşarak evlerden taraçalardan
Gelip sesime yerleşiyor sesimin esnek baldıranı
Sesimin alaca baldıranı
Ve kuşlara doğru
Fildişi: Rüzgarın tavrı
Dağ: Güneş iskeleti
Tahta heykeller arasında
Denizin yavrusu kocaman
Kan görüyorum taş görüyorum
Bütün heykeller arasında
Karabasan ılık acemi
-Uykusuzluğun sütlü inciri-
Kovanlara sızmıyor.
Annem çok küçükken öldü, beni öp sonra doğur beni. -Cemal Süreya
*
Güneş Topla Benim İçin
Seher yeli çık dağlara
Güneş topla benim için
Haber ilet dört diyara canım
Güneş topla benim için
Umutların arasından
Kirpiklerin karasından
Döşte bıçak yarasından canım
Güneş topla benim için
Seher yeli yar gözünden
Havadaki kuş izinden
Geceleri gökyüzünden canım
Güneş topla benim için. – Ülkü Tamer
*
Yerçekimli Karanfil
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce. – Edip Cansever
*
Kankentleri
Kan akıyor penceresi karanlık evlerden
Ölü kadınların üstüne tuğlaların üstüne
Denizse aydınlık ve incili ve mavi taşrada
Kana doğru ürkek en güzel yaban balıklar
Bu kandır akıttığımız sıkıntılı pazarlarda
Üst üste yergökyüzüne içki şişelerine
Kan içinde elleri ve obur parmakları
Boşnak değil çocuklar dondurmacılarda
Mezarlı eyüplerde ve deniz kenarlarında
Sarışın kafaları ama analı babalı
Kan akıyor ahşap yapılardan sokaklara sokaklara
Mavi ülkeleri tatsız kısa pantolonlarda
Kan akıyor oluklardan öyle kan
Boyanır batmış gemiler perşembesi
Bir tesbih bir zımba bir yazı makinesi
Çektikçe böyle katil kıralları
Sağrıları tuzlu kara koşumlu atlar
Uyandıkça kan uyandıkça ölü kadınlar sevmesi
Ağaçlarda, gemiler sularında, lokantalarda
Kentlerin kan üstüne kan yaması
Ölü kadınların öpölü çocuklar doğurması
Kuşsuz ve balıksız konsollu odalarda
Çöl olmasa, en dişi kavunlar olmasa
O güneş o eski çocuklar güneşi
Malta damlarında ötede, oralarda. – Turgut Uyar
*
Mor Külhani
1.Şiirimiz karadır abiler
Kendi kendine çalan bir davul zurna
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan
Taşınır mal helalarında kara kamunun
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir
Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler
2.Şiirimiz her işi yapar abiler
Valde Atik’te Eski Şair Çıkmazı’nda oturur
Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!
Şiirin hikayesini kendi sözleriyle aydınlatan şair;
Şiir benim daima kafamda uzun süre içide yaşayarak oluşur. Ama Hikaye şiirim birdenbire yazılmıştır. Anadolu’da bir yerdeyiz. Okul eve yakın, bitişik. Eşim Süreyya bir çocuk doğurdu, Ali denen çocuğu. Süreyya okuldan gelir terli terli emzirirdi Ali’yi. Yoksulduk, parasızdık. Süreyyayla bir konuda tartıştık. Sonra o okula dersine gitti. Tarih öğretmeniydi. Ben okuldan bazı belgeleri temize çekmek için getirdiğim ödünç daktiloyla oturdum bu şiiri yazdım. Öyle daktiloya takılı kalmış.
* Hep aslında sahip olduğum şeye “değilim”, olan şeye “yoktur” diye yazmışım aslında. Benim doğduğum köyler Türkiye’nin en güzel ceviz ağaçlarını olduğu yerdi, ceviz tarlaları içinde doğdum desem yeridir. Gülmesini de bilen insanların arasında yaşadım.
Ama gerçekten de dudaklarım hep çatlak çatlaktır. Hep krem almışımdır ömrüm boyunca!” demiştir…
Bu gün gözkapaklarımın ardında suretinin en manalı halini gördüm. Hatırıma düştün birden bire, kalbim bir anda kuş olup uçuverdi yanına.
Beni karşıla olur mu?
Yaban ellerde öyle boynu bükük, kimsesiz erguvanlar gibi bırakma. Kokum sinen de can bulsun diye bütün telaşım, yoksa neyime seninle bir olabilmek.
Havari ellerim ceplerime ağır gelirken kilometrelerce boyunca volta ata ata yürüdüm. Başımda gök rengi gümüşi bulut öbekleri, solgun çuha çiçekleri! Midemde inceden bir sızı, sanki sindiremediğim bir sözden geri kalanı.
Bir yanım baş veren güneş tarlaları, bir yanımsa kanyonların yalnızlığı.
Can şenliğim, daha da mı gelmeyeceksin?
Arayıp soramam halini, bilmek istesem de ne yaptığını, kimle yandığını. Kırıldığım yerden yaklaşamam sana, duvarları aşacak cesareti basiretsiz gururumda bulamam. Ancak her güzel şeyi sana ithaf ederek yürürüm. Tabanlarım ağrıyana, genzim yolların tozuyla dolana kadar şikayet etmeden yürürüm.
Acıklı bir hayat yaşadım derdim soranlara, kendi yalanıma kendim uydum bana kalırsa. Cüret edemediklerimin yüzeysel sancılarında buldum kabahati.
Menfur bir hastalığa tutuldum, geç kaldığım.
Korunmasızım sinir uçlarımı deşen yoksunluğa, zannederim ki bu illet beni götürecek tez elden…
İçimde farkında olmadığım bir yas, Kime, kim uğruna büyüttüğümü bilmediğim bir acı. Bazen soluksuz bırakan, bazen de acıyla karışık tatlı hayaller kurdurtan bir rüya alemi. Yüreğimin ara ara sıkışması, derince iç geçirmelerim hep bir şeyi hatırlatıyor.
Unuttuğum, fakat unutmak istemediğim birini.
Onu beklediğimi hissediyorum, hayatım sadece onu beklemek üstüne kuruluymuş gibi geldiğinde bu amansız bekleyiş de sona erecek.
Fakat geleceğine dair bir inancım da yok. İçimde peyda olan bu acının dayanağının olmadığı düşüncesi beynimin karanlıklarından sürekli çıkıp duruyor.
Ya gerçekten iflah olmaz bir melankoliksem, ya da kendi kendine acı çektirmekten hoşlanan bir sadist! Tüm ihtimaller ne kadar kötü bir noktaya yaklaştığımın ispatı.
Bir sabah uyandığımda beliren bu özlem hissi, yerini yavaş yavaş ağdalı bir yasa bıraktığında güneşin rengi de solgunlaştı.
Yaşamı ve şiirleri ile ilgili şu sözleri sarf eden yazar;
“Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler” diyerek kendini tanımlıyor.
Dizelerinde ruhunda ve bedeninde yaşadığı sıkıntıları, zorluklarla başa çıkma çabasını anlatan şair; söylediklerini ve söylemediklerini Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüğünü söyleyerek okurlarına içini döküyor.
Ah’lar Ağacı
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.
İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses…
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah…dedim sonra
Ah!
İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah…dedim sonra,
Ah!
Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.
İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!
Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!
Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!
Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.
Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.
Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah… dedim sonra,
Ah!
Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.
Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.
At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,
Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.
Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.
Karşılıksız aşkın en güzel dile gelişi olan, platonik duyguların şiirle buluştuğu Monna Rosa ve Sezai Karakaoç. Mülkiye de gönlünün tek gülüne yazdığı satırlarla kalplerimiz de ayrı bir yer tutan şair, 14 kıtalık şiiriyle büyük sevdasını dışa vurarak edebiyatla itiraf etmiştir.
Diyarbakırlı olan yazar, 1933 doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Maliye ve İktisat mezunudur. Maliye müfettiş yardımcılığı yaptıktan sonra istifa ederek gazetecilikle alanına yönelmiştir. ikinci Yeni Akımı ile şiirler yazan Sezai Karakoç, mistik ve İslami içeriğe sahip eserleriyle oldukça ses getiren bir yazardır.
İlk şiiri henüz 19 yaşında iken Hisar dergisinde yayınlanmıştır. Monna Rosa şiiri Sezai Karakoç’u tanımamıza vesile olan ilk şiiridir.
3O yıl boyunca Monna Rosa diye bilinen şiirinin Akrostiş olarak yazıldığı fark edilmemiştir. Kıtaların baş harflerinden ise Muazzez Akkaya ismi çıkmaktadır.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister.
Ah senin yüzünden kana batacak.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.
Mona Rosa bugün bende bir hal var.
Yağmur iri iri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
Açma pencereni perdeleri çek,
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Mona Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,
Bende çıkar güneş aydınlığına.
Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi.
Seni hatırlatır her zaman bana.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi.
Ellerinden belli olur bir kadın,
Denizin dibinde geziyor gibi.
Ellerin, ellerin ve parmakların.
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar.
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine.
Kiminin rengi ak kiminin sarı.
Ah beni vursalar bir kuş yerine.
Akşamları gelir incir kuşları.
Ki ben Mona Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni.
O masum bakışların su kenarında.
Ki ben Mona Rosa bulurum seni.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza.
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı
Alev alev sardı her tarafımı.
Artık inan bana muhacir kızı.
Yağmurdan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış.
Yağmurdan sonra büyürmüş başak.
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kuş tüyüne.
Bir tüy ki can verir gülümsesen,
Bir tüy ki kapalı geceye güne.
Altın bilezikler o kokulu ten.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister,
Ah senin yüzünden kana batacak.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Şiir dünyasının hırçın, huysuz şairi olarak da bilinen Ece Ayhan; hamur gibi yoğurduğu kelimeleriyle ikinci yeni şiir akımının öncülerindendi.
Cemal Süreya, Sezai Karakoç gibi ünlü şairlerin arasında yer alan Ece Ayhan, 1959’da “Kınar Hanım’ın Denizleri” ilk kitabını çıkartarak edebiyat dünyasına ilk adımını atmıştır.
Dilini kendine has kullanışı, zarafeti ile bütün dikkatleri üstüne çeken şaire ‘Görüntücü İmge Ustası’ olarak da anılmıştır. Can Yücel sayesinde sokak diliyle tanışan Ece Ayhan, Devlet ve Tabiat adlı kitabıyla okuyucularına düşüncelerini açıklıkla, kelime oyunlarına sarılı dizeleriyle anlatmıştır.
En çok beğenilen kitapları; Bakışsız Bir Kedi Kara, Yort Savul, Zambaklı Padişah, Çok Eski Adıyladır kitaplarıdır.
Ece Ayhan’ın sevilen şiirlerin birisi olan; Meçhul Öğrenci Anıtı sizin için yayınlıyoruz.
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür.
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: -Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır: Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri: Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek